26 Şubat 2007 Pazartesi

Çok yaşa GEVEZE:)

Eviyle işi çok yakın olan ender İstanbul'lulardanım ben, çok şanslıyım yani. Ama bazen arabayı park edip ofise girmem gerektiğinde keşke biraz daha yolum olsaydı diye düşünmüyor değilim, neden mi, Power FM deki Geveze yüzünden! Doğum tarihi 1968-1976 arasına isabet edenlerden bu programı dinleyip de kendi çocukluğundan ve ilk gençliğinden kesitler bulamayacak olan yoktur eminim.
Bu sabah ışıklarda beklerken yan arabadaki adamın tuhaf tuhaf bana baktığını görünce birden kendime geldim, arabada yalnızdım ve kahkahalarla gülüyordum çünkü Geveze benim birebir yaşadığım "anket defterleri" konusunda derin bir fikir telakkisinde bulunuyordu arkadaşlarıyla:) Sorarım size, var mıdır Allah aşkına bir anket defteri olmayan ya da o defterlere iki satır yazmayan?? Yok değil mi?? Önce ad-soyad, doğum tarihi ile başlayıp asıl amaç olan hoşlandığın kıza-erkeğe mesaj gönderme sorularıyla devam eden o güzelim defterler:)) Ben böyle bir deftere hiç sahip olmadım çünkü ablama ve bana göz açtırmayan babamın bu defteri bulup beni afaroz etmesi hep korkutmuştu beni ama bol bol arkadaşlarımınkileri doldurdum. Hey gidi günler hey..
Yıllar önce daha üniversiteye giderken (yıllar önce mi? evveeeeeettt:() ortaokuldan itibaren hiç kopmadığımız en yakın arkadaşımın öğrenci evinde yine en eski arkadaşımın anket defterini okuyup katıla katıla gülmüştük. Benzer bir olay yakın zamanda eşimin ortaokul arkadaşlarından bir tanesinin toplu bir yemek sırasında bu defteri ortaya çıkarmasıyla grubun o akşamı müthiş keyifli geçirmesine sebep olmuştu:) Kim derdi ki o aptal defterler yıllar sonra bu işe yarayacak:)

Çok yaşa Geveze, sabah sabah beni hem güldürdün hem düşündürdün (Bu lafım da Cem Yılmaz'a dır:))

15 Şubat 2007 Perşembe

Bu da Geçer Ya Hu

Leyla'nın Evi'nde yazıyordu, işgal zamanında İstanbul'lular evlerinin duvarlarına, işyerlerine üzerinde "Bu da Geçer Ya Hu" yazan yazılar aslarlarmış, çerçeveli çerçevesiz.. Son zamanlarda içinde bulunduğum durumdan mıdır nedir kendi kendime hep diyorum, bu da geçer, sabret..

Bakın bu güzel temenninin hikayesi neymiş..

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...” Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder. “Haa o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.” Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: “Üzülme...
Unutma, bu da geçer...” Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer...” Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.” Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır... O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.
Bu da geçer Ya Hû
‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ mânâsına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ mânâsına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Ya Hû’ haline gelir.

8 Şubat 2007 Perşembe

Livaneli..



Oldum bittim severim Livaneli'yi. Adını ilk duyduğumda sanırım 8-9 yaşlarındaydım, yani 74 doğumlu olduğuma göre bu adın telaffuz edilmesinin pek de hoşlanılmadığı zamanlarda.. Annenannemin bahçesindeki dut ağacının altında oynarken eniştemin "Livaneli" dinlediğini söyleyivermişti kuzenim.. O zaman kadar hiç böyle garip bir ad ve soyad duymamıştım, kuzenim benden 2 yaş kadar küçük olduğu için herhalde kafadan atıyor diye düşünmüştüm, taaa ki bir gün evlerinde Zülfü Livaneli kasedi görene kadar..
Şimdi o hangi kasetti hatılamıyorum ama zaman geçtikçe, aklım başıma gelmeye başladıkça bu adamın gerçekten çok farklı bir kimliği olduğunu anlamaya, yaptığı müziklerden büyük keyif almaya, çok sevdiğim eniştemi daha da çok sevmeye başlamıştım. Yer Demir Gök Bakır filminin müziğini bunca yıldır dinlerim ama hala tüylerim diken diken olur, ilk dinlediğim gün gibi etkiler beni..Hele de Zor Yıllar albümündeki Nazım Hikmet şiiri "Vapur"a yaptığı şarkıyı arada aklıma geldikçe sesimi sala sala söylerim, "yürek değil çarıkmış bu manda gönünden,teper paralanmaz, taşlı yolları"..
Sanat hayatının 35. yılı için verdiği konsere gidemediğim için de nasıl pişmanım. Neyse ki "Efsane Konserler" cd si o atmosferi hissetmeme bir nebze olsun yardım etti..
Dün akşam da "Leyla'nın Evi'ni" bitirdim, çok güzel bir kurgu, yalın ama etkileyici bir anlatım..Kitabın arkasında yazanlar şöyle:

Kimi zaman bir savaş bir kentin, bir ülkenin kaderini değiştirir, kimi zaman bir tek kişi koca bir ailenin...
Leyla: Yalılarda doğmuş büyümüş bir paşazade, bir Osmanlı soylusu...
Ali Yekta: Uşaklık kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir İstanbullu...
Rukiye-Roxy: Almanya’da doğmuş, seks modelliği yapmış bir hip-hop’çı...
Livaneli, birbirini hiç tanımayan bu üç ayrı kişiliğin yaşamını, bir "İstanbul romanı"nda birleştiriyor. Kentlisi-köylüsü, varsılı-yoksulu, din hocası, söz sahibi bankacısı, gazetecisi... Her birinin bir nedenle ötekinin yaşamına girdiği, onu değiştirdiği günümüz Türkiyesi... Ve bir roman kahramanı gibi öne çıkan pırıltılı Boğaziçi’nde, Bosnalılar Yalısı’nın ilginç dünyası...
Leyla’nın Evi, dünyada sadece yaptığı müzikle değil, çeşitli dillere çevrilen, sinemaya aktarılan ve ödül alan kitaplarıyla da tanınan Livaneli’nin Mutluluk’tan sonraki romanı...

Okuyun, dinleyin, pişman olmayacaksınız..

3 Şubat 2007 Cumartesi

Yine Tuzağa Düştüm



Halbuki kendi kendime söz vermiştim, izlemeyecektim şu tv dizilerini. Geçen yıldan izlemeye başladığım ve kafamı boşalttığına inandığım Beyaz Gelincik haricinde yeni hiçbir diziye başlamayacaktım. Aslında 2-3 hafta öncesine kadar bu sözümü tutmadım değil. Ancak son zamanlarda aile büyüklerinin yatılı ziyaretleri sırasında onların izlediği tv dizilerine göz ucuyla bakmadan edemedim. Çok methini duyduğum ama izlememek için ısrarla ayak dirediğim "Hatırla Sevgili" de bunlardan biriydi.. Geçen hafta annemin yaptığı özetle diziye epey bir hakim oldum. Ve dün akşam tek başıma izlediğim son bölümünde nerdeyse böğüre böğüre ağladım.. Aynen tiryakisi olduğum Çemberimde Gül Oya'da olduğu gibi..

Her iki diziden de sanırıyorum bu kadar etkilenmemin sebebi senaryoların yakın geçmişin gerçek öykülerinden esinlenerek hazırlanması.. Nasıl olup da hepi topu 50 yıl içersinde yaşandı bunca acılar anlayamıyorum.. Dün akşam ağladığım ordaki aşk değildi, aynen Çemberimde Gül Oya'da olduğu gibi.. Hep kendimi oradaki karakterlerin yerine koydum, nasıl böylesi acılara katlanabilmişler ve nasıl bunları yaşamak zorunda kalmış insanlar.. Hem de haketmedikleri şekilde, hem de cezalarının bu kadar ağır olması.. Dün bir kez daha şükrettim, iyi ki o dönemlerde yaşamadım, yoksa duyarlı her insanın benliğinde açılan o büyük yaralar mutlaka bende de olurdu.. şimdi bile yok değil mi sanki!

Ben dahil olayların bu kadar derinini bilmeyen bir çok gencin bu dizileri mutlaka seyretmesini tavsiye ediyorum, neler olmuş neler bitmiş bilmeli, günlük koşuşturmaların arasında dönüp bir de arkaya bakmalı..