23 Nisan 2007 Pazartesi

Mangal Mevsimi Başlıyor:)

Çok yaşa sevgilim, nasıl da biliyorsun gerçekleri:))) Ben çok güldüm, okuyan herkes de eğlensin istedim:)

Mangal :Bu aktivite esnasında, bir erkeğin gerçek mutfak hünerine tanıklık ederiz.Bir erkek, mangal başına geçmek için gönüllü olduğunda, aşağıdadetaylandırılan bir seri olay yaşanır:


1. Erkek mangalı ve mangal kömürünü çıkarır.

2. Kadın ızgarayı temizler. çıkartır.

3. Kadın bakkala gider.

4. Kadın kasaba gider.

5. Kadın fırına gider.

6. Kadın salatayı ve sebzeleri hazırlar.

7. Kadın pişirilecek etleri hazırlar.

8 Kadın, etleri bir tepsi üzerine, gerekli malzemeler, baharatlar, vs ile dizer.

9. Kadın temiz ızgarayı ve hazırladığı tepsiyi, mangalın başında elinde birasıyla dikilen adama getirir.

10. Adam etleri ızgaranın üzerine yerleştirir.

11. Kadın içeri geçip, masayı hazırlar.

12. Kadın sebzelerin pişmesini kontrol eder.

13. Kadın tatlıyı hazırlar.

14. Kadın tekrar dışarı çıkar ve kocasına etin yanmakta olduğunu haber verir.

15. Adam çok pişmiş eti ızgaradan alır, kadına verir.

16. Kadın tabakları çıkartır, masaya ve dizer.

17. Adam içkileri doldurur.

18. Kadın masayı toplar, kahve hazırlamaya gider.

19. Kadın kahve ve tatlı ikram eder.

20. Yemekten sonra, kadın masayı toplar.

21. Kadın gider bulaşıkları yıkar, mutfağı toparlar.

22. Adam mangalı olduğu yerde bırakır, çünkü içinde hala yanan kömürler vardır.

23. Adam karısına bugün mutfak işi yapmamaktan dolayı mutlu olup olmadığını sorar.

24. Karısının şaşkın bakışları karşısında, kadınları mutlu etmenin imkansız olduğu kararına varır.


Not: Resmi google'dan şu linkten buldum. Duruma çok uygun olduğunu düşündüm:)

22 Nisan 2007 Pazar

Karıma

KARIMA

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Oktay Rıfat'ın bu güzel şiirini eşim göndermiş sabah, çok sevdim, paylaşmak istedim..

21 Nisan 2007 Cumartesi

Osman Hamdi Bey


Bu sabah gelen bir mailden alıntıdır, teşekkürler Nazancım:)


Osman Hamdi Bey'in Kapmlumbağa Terbiyecisi, Pera Palas yanındaki Pera Müzesinde sergilenmektedir. Sonsuza kadar da orada kalacaktır. Ücretsizdir. Bunun görmeden ölmeyiniz. Terbiyecinin elinde tuttuğu ney'i, elinizi uzatıp alacağınız geliyor. Üç boyutlu bir resim bu. Özellikle bakacaginiz ogeler, 1. duvardaki dökülmüş sıvalar 2. size doğru uzanan ney 3. terbiyecinin çatlak topukları. Bu üç oge, bu resmi nasıl dünyanın en beğenilen resmi yapmadı hayret... 30 cm'lik Mona Lisa bu payeyi alıyor, benim Osman Hamdi'mi Istanbul'lular bile tanımıyor. Bu da ezeli zayıflıklarımızdan biri olsa gerek...

Yukarıdaki sorunun esasen cevabını biliyorum. Osman Hamdi Bey, zamanın baş kaldırıcılarından biridir de ondan. Kaplumbağa terbiye edilebilecek en zor hayvandır. Ancak, "kaplumbağayı bile terbiye edebilirsiniz" diyerek, zamanın müstebit ve monarşik Osmanlı yönetimine karşı çıkıyor. "Siz, bir araya gelirseniz bu yönetimi bile adam edebilirsiniz" diyor. Saray, Osman Hamdi Bey'i uyariyor. Osman Hamdi Bey, baş kaldırısına devam ediyor. Sarayın bahçesinde başı açık olarak kuran okuyan bir kadın resmediyor. Bu resim, Osman Hamdi Bey'in sonu oluyor.... Şimdi anladınız mı, Osman Hamdi Bey, neden evrensel olamamış? Kısa yoldan halletmişiz adamı da ondan. Osman Hamdi Bey, Güzel Sanatlar Akademisinin ve Arkeoloji Müzesinin kurucusudur.


Önemli Not: Ben de Kaplumbağa Terbiyecisi ve Osman Hamdi Bey hakkında derin bir bilgiye sahip değilim, yukarıdaki yorum da benim ağzımdan değil. Ama doğruluk payı çok gibi geldi...

20 Nisan 2007 Cuma

Oyun

Öncelikle sevgili Asortik Krep'ten beni bağışlamasını isteyeyim, oyuna hemen cevap veremedim zira çok yoğun-yorucu günler yaşadım. Kullanıp memnun kaldığım ürünleri sormuştu, geç de olsa aklıma gelenleri yazayım.


Geçenlerde markette tesadüfen görüp hiç adetim olmadığı, sadece kavanozunu beğendiğim için aldığım Güllüoğlu'nun reçellerine bayıldık. Önce ahududusunu sonra böğürtlenini aldım, ikisi de çok lezzetliydi. Bakıcı teyzemi helvasını da denemiş, onu da pek methetti.

Ben içkide tatlı tatlı tadları severim, mesela Archers mesela Bailey's gibi. Xuxu'yu da bir arkadaşım yurtdışı dönüşünde free shop ta keşfetmiş ve bize ikram etmişti. O günden beri yurtdışına gidip gelen herkese ısmarlıyorum. Xuxu bildiğiniz çilek şurubuna votkanın katılmış hali. Anlamadan içenleri pek bir güzel çarpıyor, şimdiden söyliim:)

Ufaklığın araba camından atıp kuşların aldığını iddia ettiği Nokia telefonumdan sonra -ki memnundum- satınaldığımSamsung D900'ümden de son derece memnunum.

Yıllar önce annemin ev hediyesi olarak aldığı, mutfaktaki elim ayağım Tefal Clipso'larımın da adını burda anmazsam olmaz. Tam çalışan kadın tenceresi, malzeme hazır olduğunda çoğu yemek en fazla 1/2 saat içinde sofrada oluyor:)
Oyuna bu kadar geç katıldıktan sonra kimseyi sobeliycek yüzüm kalmadı o yüzden oyunu bitirdim gitti. Ama aklımda güzel bir oyun var, bakalım yakında kimler sobelenecek??:)

19 Nisan 2007 Perşembe

KAÇ KİŞİYİZ!!!!


Günümüzün sorusu : Kaç kişiyiz
Kac Ataturk`çü var
Cevap verebilmek için aşağıdaki linke girmeniz yeterli...
Her bir bilgisayardan, ilk giriş için sayaç artıyor.
Böylece kaç kişi olduğumuzu merak edenler öğrenecek...


http://www.kackisiyiz.com

16 Nisan 2007 Pazartesi

13.Cuma!


Duyardım da inanmazdım 13.Cuma'nın uğursuzluğuna, yaşadım ve gördüm, evettttttttt, kesinlikle Fredy'nin Kabusu gibi bir gündü. Başlıyorum, sıkı durun:)

Efendim eşim yurtdışına gitmeden önce şirketine ait arabanın satışıyla ilgi olarak bana oldukça kapsamlı bir vekaletname verdi. Araba banka kredisiyle alındığı ve ödemeler halen devam ettiği için vekaletnemedeki detayların çok önemli olacağını söylemişti banka bize, sırf bu yüzden garanti olsun ve sorun çıkmasın diye bankanın anlaşmalı noterine gittik ama şimdi okuyacağınız üzere pek de bişey değişmedi!
Geçen Perşembe akşamüstü arabayı satmak üzere biriyle anlaştık. Yarın şuraya gelin, birlikte bankaya gidelim dedik. Akşamdan herşeyi hazılayayım dedim, önce vekaletnameyi buldum, bir de ne göreyim, üstünde benim adım felanca kızı feşmekan yazacağı yerde oğlu yazıyor! Neyse dedim, banka ile noter yakın nasılsa, sabahtan uğrar bir kaşe vurdurrturum. Sabahleyin alıcı olan iki adam, saolsun satış konusunda bana çok yardım olan arkadaşım Erdem ve ben atladık gittik noter, düzeltmeyi yaptırdık, ordan bankaya. Bankacıya durumu anlattık, kadın demez mi önce hukuk departmanına gidip incelenecek bu vekalet sonra işlemler başlayacak diye. E iyi dedik, olsun. Ama ne kadar süreceği belli olmaz dedi, aman dedim gözünüzü seveyim, bu işin bugün bitmesi lazım. Elimizden gelenei yapıcaz dediler. Bankadan çıkarken en yakın vergi dairesini sorduk, Beşiktaş dediler. Beşiktaşa geldiğimizde vergi dairesinin aslında GAyrettepe'de olduğunu öğrenip geri döndük. Neyse bulduk vergi dairesini. 4. kata çıkmamızı söylediler. Asansöre yöneldik, içerde 1 adam vardı ama en az 6 kişinin rahat rahat sığacağı büyüklükte bir asansör olduğu için biz de 4 kişi olarak bindik. Asansör 1,5 kat kadar çıktıktan sonra hızla düştü ve zemine çakıldı! Ne olduğumuzu anlayamadık, kapıyı vurmaya başladık çıkarın bizi diye. Neyse biri sesimizi duydu ve bu badireyi de atlattık.
Oradan çıkıp tekrar bankaya gittik, henüz hukuktan bir haber yoktu, bir pizzacıda tanımadığımız 2 adamla oturup sohbet etmekten başka çaremiz kalmamıştı. Bir süre sonra bu işin böyle olmayacağını söyledim Erdem'e, mutlaka bankadan bir tanıdık bulup işlemimizi öne aldırmalıydık. Erdem'in eşi de bankalara hizmet veren bir sektörde çalıştığı için tanıdık bulma çok güç olmadı. Saolsun dosyamızın işleme alınmasında bize öncelik tanıttı. Gel gör ki bankaya gelen mesaja göre vekaletname eksikti! Saat 2,5 olmuştu ve biz hala bankadan rehin kaldırma yazısını bile alamamıştık, kabus devam ediyordu! Aklıma hemen eşimden talimat almak geldi, olur ama şirket kaşesi yanında mı eşinizin diye sordu. İşte günün tek güzel olayı bu oldu, sabah evden çıkarken ne olur ne olmaz diye kaşeyi çantama atmıştım! Hemen eşime telefon ettim, bankacılardan talimatı yazıp eşime mail atmlarını rica ettim. Cidden çok kafa dengi olan bankacı karedeş hemen talimatı yazdı ama o da ne? Talimatı yazdığı word dosyasının adı otomatik olarak 13 oldu! (word kullananlar bilir, herhangibir word dökümanı yazıp save etmeye kalktığınızda yazının ilk bir-iki kelimesini word otomatik oarak dosya ismi olarak alır, eğer istenirse değiştirilir. Bizim yazı da 13 Nisan 2007 olarak başladığı için dosya adı 13 oldu:)) Artık öyle sinirlerimiz bozuldu ki bankacı çocukla yerlere yattık gülmekten, hatta Jason'ın elindeki bıçakla içeri girerken falan hayal ettik:)) Neyse sonunda bunu badireyi de atlatık dedim. Ama yoook biter miiiii, tam bankadan yazımızı aldık oh çok şükür derken ruhsatın Kadıköy'den alındığını ve tüm trafik işlemlerinin oradan yapılması gerektiğini duyunca yeter artııııııkkkk diye bağırasım geldi:( Ne Anadolu yakasında oturuyoruz ne de araba oradan alındı ama neden ruhsat Kadıköy'den alındıyı bir türlü anlayamadım. Yine de umudumuzu yitirmeden geçtik Kadıköy'e ama nafile, saat 17:07 de trafik şubesinin önündeydik ama mesai 17:00 de bitiyormuş:(Velhasıl iş kaldı Pazartesiye.

Efendim bizim işin uğursuzluğu Pazartesi de devam etti elbet. Sabah Erkenden yollara koyulup gittim Kadıköy trafiğe ( haa bu arada Kadıköy trafik şubesi Bostancı'da!). Yazımı aldım, sonra Bahçelievlere dönüp alıcı ile buluşacağımız notere gittim. Artık sona geldik derkeeeen, alıcının da vekalet ile arabayı başkasına alacağını öğrendim. Fakat bu sefer de noter vekaleti kabul etmedi çünkü üstündeki resim siyah-beyazdı!!!! ayyyyyy düşüm bayılacaktım sanki. Neyse ki gittiğimiz ikinci noter bize akıl verdi, ben elimdeki vekaletle alıcıya satış için tekrar vekalet verdim, suyunun suyunun suyu oldu yani. Çok şükür işlem böylelikle bitti ama benim de pilim bitti.

İşin kötüsü eşimin şirketine kayıtlı bir araç daha var ve ben o aracı gün gelecek yine satıcam!!!!

10 Nisan 2007 Salı

Sonunda tanıştık

Çevremde küçük çocuğu olup kendileriyle tanışmayan pek az aileden biriyken aniden cuma akşamı bize de geldi, kim mi? Rota canımmmmmm, var mı bilmeyeniniz?
Ufaklık cuma gece yarısı şiddetle kusmaya başladı, sabahında ishal ve karı ağrısı.. pazar akşamüstü bende bulantılar olmaya başladı, aynı akşam bakıcımız Filiz Teyzemiz mesaj atmış, çok hastayım kusuyorum ve ishalim diye.. eyvahhhh dedim sıra abiye mi geldi acaba? nitekim pazar gecesi de abimiz müşerref oldu rotayla:( pazartesi gününü hepimiz yatak-döşek evde geçirdik. Saolsun ananemiz, koştu geldi bize bakmaya,inşallah kadıncağız kapmamıştır, çok teredüt ettim çağırırken ama kafamı kaldıramadım yataktan ne yapayım..
Ne derler evlerden ırak olsun, zor şeymiş bütün ailenin biranda hastalanması, bir daha lütfen gelme bize rota, ya da teker teker gel, sevmedik sei hiç:)

5 Nisan 2007 Perşembe

Nerde Kalmıştım?

Geçen hafta gerçekten bana çok iyi geldi. Uzun zamandır haftaiçi tatiline ihtiyacım olduğunu biliyordum da bir türlü hayata geçiremiyordum, 2 aydır yurtdışında olan eşimin tatil için İstanbul'a gelmesiyle benim de tatilim de başladı. Ne güzelmiş meğer iki üniversiteli sevgili gibi elele dolaşmak, aylak aylak bakınmak, saat kaygısı olmadan uzun uzun yemekler yemek. Hem ben hem de eşim çok keyif aldık bu şekilde birlikte vakit geçirmekten ve daha önce neden yapmamışız diye de hayıflandık..

Güzel güzel gezerek geçen bir haftanın sonunda da yoğun bir iş temposunun beni beklediği çok açıktı. Bu yüzden sahalardan biraz uzak kaldım. Asortik Krep'in oyununa en kısa zamanda dahil olucam ama daha kafamı toparlayamadım.
Ben biraz daha çalışıp geliyorum:)

20 Mart 2007 Salı

AA SOBELENDİM!

Çok heyecanlıyım, blog aleminde ilk defa sobeleniyorum:) Hay Allah heyecan yaptım bak, aklıma da gelmiyor şimdi:) Başlıyorum Fikrimince, madem sobelemişsin:)
Aslında hiç ama hiç marka tutkum yoktur, yani o olmazsa olmaz diyebileceğim bir durum yok ama tercih ettiğim diyebileceklerim var tabii, neler mi?

1) BURGER KING severim mesela, bir sürü fast foodçu arasından kesinlikle tercih ettiğimdir, hele de soğan halkasını başka bir yerde yemem.
2) Carte Dor'un profiterollü dondurması ve MADO asla vazgeçemeyeceklerimdendir. Haagen-Dazs'ı o kadar methettiler, 2 topuna dünya para verip yedik, nerdeeee bizim Mado nerde Haagen-Dazs! ÖZSÜT'ün de pastalarının üstüne pasta tanımıyorum, neffisssler.
3) Jean giymeyi çok severim ben, mümkün olsa her ortamda giyerim. MAVİ JEANS şimdiye kadar içinde kendimi en rahat ettiğim markadır.
4)Uzun yıllardan sonra tenimle en iyi uyum gösteren fondötenleri MAYBELLINE'nin ürettiğini gördüm,bir de ellerim çok kuru olduğu için AVON'un gliserinli el kreminden vazgeçemem.
5) Çok param olsa evimin tüm elektrikli aletlerini SIEMENS ile değiştiririm ama çok pahalı be kardeşim, Arçelik'ten 900 Ytl ye aldığım bulaşık makinesinin aynı özellikte olanı Siemens'te 2100 Ytl idi!
6) Lekeler için eskiden Kosla kullanırdım ama son zamanlarda BİNGOLA alıyorum, hem daha yoğun hem daha etkili hem de daha hesaplı. (reklam gibi oldu:))

Mutlaka daha vardır ama aklıma başka gelmedi sabah sabah. Ben kimleri sobeleseemmmm, hımmm, Kuğuu, Sanemmm, Annelogggggg, sobeeeeee sobeeeeeee:)

17 Mart 2007 Cumartesi

Şiir..

Aslında pek sevdiğim söylenemez edebiyatın bu dalını, ama herkes gibi beni de etkileyen 3-5 şiir vardır.. Bunlardan en en en özeli Tahirle Zühre Meselesi.. Tüm üniversite yaşantım boyunca çalışma masamın üstünde durdu bu şiir, dara düştüğümde okurdum ve içimi rahatlatırdı.. Bu aralar Nazım Hikmet'in hayatını anlatan film Mavi Gözlü Dev'in gazetelerdeki haberlerini gördükçe 14-15 yıl önceki günlerim geldi aklıma.. Şimdilerde çok güzel bir el yazısıyla yazılmış, yıllarca masamı süsleyen Tahirle Zühre Meselesi'ni arıyorum evde, kesin atmamışımdır, çıkar bir köşeden..

TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
Bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
Meselâ denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir
Ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak
Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seni seviyorum aşkım..

13 Mart 2007 Salı

Dünya gerçekten çok küçükmüş!

Blog dünyasına adımımı Annelog un beni iteklemesiyle attım, hala da çok hakkını veremiyorum ama yine de başladım işte.. Aslıdan canım arkadaşım beni daha önceden de çok özendiriyordu ama o zamanlar işyerimizdeki 1/2 saatlik net kullanma hakkımızla bankada işlerimi mi halledeyim, gazetelere mi gözatayım yoksa blog mu yazayım bilemiyordum. Neyseki bu anlamsız kurala bir süreden beri son verdiler ve ben de rahat rahat kollarımı sıvadım.. Ama diyorum ya hakkını vermek için daha bir fırın ekmek yemem lazım:)
Annelog'un "her fırsatta mutlaka" gezdiği blogların arasından gözüme kestiklerimi de arada sırada ziyaret ediyordum, bunlardan biri de Asortik Krep ti. Asortik Krep ile yazışmamız 6 Mart'ta annesinin doğumgünü için yazdığı yazı ile başladı.. Öyle hoş ve duygulu bir yazıydı ki, ama beni ilgilendiren çok daha önemli detaylar vardı bu yazıda, mesela Kırklareli, mesela ebru sanatı, mesela mor renk.. Neden mi ilgimi çekti bunlar? Çünkü benim de babam Kırklareli'liydi, ben de ebru sanatını severim -nedense:)- , ben de mor renk hayranıyım.. hemen yorum yazdım kendisine, ondan da hemen cevap geldi, bir de baktık ki aramızdaki benzerikler bunlar sınırlı değil, Büyükçekmece, Çorlu, Silivri... iyisi mi dedik özelden yazışalım.. Oradan buradan derken önce hemen hemen aynı zamanlarda aynı yerlerde olduğumuzu anladık, ama bir ortak tanıdığımız çıktı ki bu tesadüfe sevinsek mi üzülsek mi bilemedik her ikimizde..

Öğrencileri O'nun için çok şey ifade ederdi, onlardan yıllar sonra haber almak, hele de öğretmenler gününde tebrik telefonlarını işitmekten çok büyük keyif alırdı..Aradan neredeyse 20 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra hala dershanede öğretmenliğini yaptığı bir öğrencisinin onu hatırladığını ve dahası öğrencisinin lügatına "irdelemek" kelimesini yerleştirdiğini bilseydi gururdan kabarırdı.. Ama maalesef biz birbirimizi bulana kadar onun bunları öğrenmeye ömür vefa etmedi..

Evet, Asortik Krep rahmetli babamın öğrencisi imiş...Bu yüzden kendisinin bendeki değeri bütün blog yazarlarından çok çok daha farklılaştı..İyi ki anneciğine o güzel yazıyı yazdın sevgili Asortik Krep ve geç de olsa karşılaştık seninle..

Dünya hem küçük hem de tesadüflerle dolu, kimi zaman güzel, kimi zaman çirkin, kimi zaman da ne hissedeceğini bilemediğin tesadüflerle..

5 Mart 2007 Pazartesi

Telefonun Delikleri İçindeeeee

Ufak tefek parmaklari yüzünden

Bir bilseniz basimiza ne geldi

Küçük kardesimin yüzünden

diye başlayıp devam eden çocukluğumun o eğlenceli şarkısını, bizim ufaklık Poyraz'ın yaramazlıklarında ailece söyleriz. Ama cumartesi günü yaptığı bu şarkının tam hakkını verdi doğrusu!
İki oğlumu attım arabaya ablama doğru gidiyorum ki cebim çaldı, yeğenim Yiğit kuzenlerinin gelmesini dört gözle beklediği için dayanamayıp aramış nerde olduğumuzu sormak için. "Tamam teyzecim, Zincirlikuyu'dayız, 10-15 dakikaya kadar sizdeyiz" dedim. Telefon ve tüm elektronik aletlerin manyağı olan Poyraz tutturdu telefon diye. Nasıl ağlıyor, durduramıyorum, ben de verdim, nasılsa tuş kilidi var . 10 dakika sonra ablamların Levent'teki evinin önüne geldik. 2 çocukla yolculuk yapmanın, ya da vazgeçtim bir noktadan bir noktaya ulaşmanın nasıl zor olduğunu bilenler bilir:) işte bu karmaşayla karga tulumba arabadan indik,tam apartmanın önüne geldiğimde telefonun arabada kaldığını farkettim. Çocukları eve bırakıp arabaya döndüm, ama o ne,telefon yok!!! Allahım nasıl olur diyorum, bakmadığım delik kalmadı küçücük arabada ama cidden yok telefon! Ev- araba arasında 3 kez gittim geldim, belki yürürken falan düşürdük diye ama yok yok yok! Poyraz'a telefonu ne yaptığını sorduğumuzda da ceplerini gösteriyordu, tamam dedim cebine koydu, yürürken de düştü. Ne yapalım dedim kısmetten çıkmış (giden telefondan çok sim karta üzüldüm, onca telefon, resimler:()

Sabah olup arabaya binmeye yeltenirken olayın arkasındaki sis perdesi aralandı, ufaklığın oturduğu taraftaki cam 2 parmak kadar aralıktı! Sanırım trafikte canı sıkılan ufaklık manuel olarak açılan camdan benim telefonu atmış! Bunu farkettiğimde de dönüp tekrar sordum, ne yaptın oğlum diye, "kuşşş" deyip yukarlara baktı, yani kuşlar almış uçurmuş:) Gülsem mi ağlasam mı?

Ne yapalım kısmette güzel fotoğraf çeken bir telefon almak varmış. Teknoloji danışmanım Erdem'e bu telefonu bana aldırdığı için teşekkürler:)

3 Mart 2007 Cumartesi

Morpa Kültür Yayınları

Bu yıl ilkokula başlayan büyük oğlum için en büyük dileğim okumayı çok seven bir çocuk olması.. Çocuklarımın zeki olmasındansa aklını kullanmasını ne kadar istiyorsam, ders notlarının çok iyi olup da kitap okumayı sevmemelerindense, vasat ama elinden kitap düşürmeyen çocuklar olmalarını her zaman tercih ederim.
Okuma alışkanlığının aileden geçtiğine şiddetle inanıyorum, yani herşeyde olduğu gibi kitap okuma alışkanlığını da çocuklar etraflarından göre göre ediniyorlar. Benim ailemde ablam dışında kitap okuyan yoktu maalesef, bu yüzden ben bu eksikliğimi ancak aklım başıma geldiğinde yani üniversite yıllarında farkettim. Şimdi elimden geldiğince açığı kapatmaya çalışıyorum.
Bu eğitim-öğretim yılı başında çocuk kitapları hakkında araştırma yaparken bir arkadaşımın tavsiyesiyle tanıştım Morpa ile. Oğlumun ilk kitaplarını buradan ısmarladım, gördüm ki hem içerik hem de hizmet kalitesi harika! İnternetten alışveriş yaptığım hiçbiryer ertesi gün teslimat yapamazken Morpa siparişin üstünden 24 saat bile geçmeden oğlumun kitaplarını kapımızda ediveriyor:) Son olarak dün öğlen saatlerinde verdiğim siparişim biraz önce elime ulaştı. Bu kez her ikisi de 10'ar kitaptan oluşan iki kitap seti aldım oğluşuma, "Sihirli Ellerin Öyküleri" ve "Televizyon Çocukları", bakalım bunları da diğerleri gibi severek okuyacak mı? Ben şöyle bir göz gezdirdim, çok güzeller:)

2 Mart 2007 Cuma

Fazla söze ne hacet:)


Koptuğumun resmidir:) Bizim patronumuza böyle bir bahaneyle gidecek lüksümüzün olmaması sevindirici mi yoksa üzücü mü sizce?:))


Enjoy it!

26 Şubat 2007 Pazartesi

Çok yaşa GEVEZE:)

Eviyle işi çok yakın olan ender İstanbul'lulardanım ben, çok şanslıyım yani. Ama bazen arabayı park edip ofise girmem gerektiğinde keşke biraz daha yolum olsaydı diye düşünmüyor değilim, neden mi, Power FM deki Geveze yüzünden! Doğum tarihi 1968-1976 arasına isabet edenlerden bu programı dinleyip de kendi çocukluğundan ve ilk gençliğinden kesitler bulamayacak olan yoktur eminim.
Bu sabah ışıklarda beklerken yan arabadaki adamın tuhaf tuhaf bana baktığını görünce birden kendime geldim, arabada yalnızdım ve kahkahalarla gülüyordum çünkü Geveze benim birebir yaşadığım "anket defterleri" konusunda derin bir fikir telakkisinde bulunuyordu arkadaşlarıyla:) Sorarım size, var mıdır Allah aşkına bir anket defteri olmayan ya da o defterlere iki satır yazmayan?? Yok değil mi?? Önce ad-soyad, doğum tarihi ile başlayıp asıl amaç olan hoşlandığın kıza-erkeğe mesaj gönderme sorularıyla devam eden o güzelim defterler:)) Ben böyle bir deftere hiç sahip olmadım çünkü ablama ve bana göz açtırmayan babamın bu defteri bulup beni afaroz etmesi hep korkutmuştu beni ama bol bol arkadaşlarımınkileri doldurdum. Hey gidi günler hey..
Yıllar önce daha üniversiteye giderken (yıllar önce mi? evveeeeeettt:() ortaokuldan itibaren hiç kopmadığımız en yakın arkadaşımın öğrenci evinde yine en eski arkadaşımın anket defterini okuyup katıla katıla gülmüştük. Benzer bir olay yakın zamanda eşimin ortaokul arkadaşlarından bir tanesinin toplu bir yemek sırasında bu defteri ortaya çıkarmasıyla grubun o akşamı müthiş keyifli geçirmesine sebep olmuştu:) Kim derdi ki o aptal defterler yıllar sonra bu işe yarayacak:)

Çok yaşa Geveze, sabah sabah beni hem güldürdün hem düşündürdün (Bu lafım da Cem Yılmaz'a dır:))

15 Şubat 2007 Perşembe

Bu da Geçer Ya Hu

Leyla'nın Evi'nde yazıyordu, işgal zamanında İstanbul'lular evlerinin duvarlarına, işyerlerine üzerinde "Bu da Geçer Ya Hu" yazan yazılar aslarlarmış, çerçeveli çerçevesiz.. Son zamanlarda içinde bulunduğum durumdan mıdır nedir kendi kendime hep diyorum, bu da geçer, sabret..

Bakın bu güzel temenninin hikayesi neymiş..

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...” Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder. “Haa o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.” Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: “Üzülme...
Unutma, bu da geçer...” Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer...” Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.” Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır... O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.
Bu da geçer Ya Hû
‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ mânâsına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ mânâsına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Ya Hû’ haline gelir.

8 Şubat 2007 Perşembe

Livaneli..



Oldum bittim severim Livaneli'yi. Adını ilk duyduğumda sanırım 8-9 yaşlarındaydım, yani 74 doğumlu olduğuma göre bu adın telaffuz edilmesinin pek de hoşlanılmadığı zamanlarda.. Annenannemin bahçesindeki dut ağacının altında oynarken eniştemin "Livaneli" dinlediğini söyleyivermişti kuzenim.. O zaman kadar hiç böyle garip bir ad ve soyad duymamıştım, kuzenim benden 2 yaş kadar küçük olduğu için herhalde kafadan atıyor diye düşünmüştüm, taaa ki bir gün evlerinde Zülfü Livaneli kasedi görene kadar..
Şimdi o hangi kasetti hatılamıyorum ama zaman geçtikçe, aklım başıma gelmeye başladıkça bu adamın gerçekten çok farklı bir kimliği olduğunu anlamaya, yaptığı müziklerden büyük keyif almaya, çok sevdiğim eniştemi daha da çok sevmeye başlamıştım. Yer Demir Gök Bakır filminin müziğini bunca yıldır dinlerim ama hala tüylerim diken diken olur, ilk dinlediğim gün gibi etkiler beni..Hele de Zor Yıllar albümündeki Nazım Hikmet şiiri "Vapur"a yaptığı şarkıyı arada aklıma geldikçe sesimi sala sala söylerim, "yürek değil çarıkmış bu manda gönünden,teper paralanmaz, taşlı yolları"..
Sanat hayatının 35. yılı için verdiği konsere gidemediğim için de nasıl pişmanım. Neyse ki "Efsane Konserler" cd si o atmosferi hissetmeme bir nebze olsun yardım etti..
Dün akşam da "Leyla'nın Evi'ni" bitirdim, çok güzel bir kurgu, yalın ama etkileyici bir anlatım..Kitabın arkasında yazanlar şöyle:

Kimi zaman bir savaş bir kentin, bir ülkenin kaderini değiştirir, kimi zaman bir tek kişi koca bir ailenin...
Leyla: Yalılarda doğmuş büyümüş bir paşazade, bir Osmanlı soylusu...
Ali Yekta: Uşaklık kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir İstanbullu...
Rukiye-Roxy: Almanya’da doğmuş, seks modelliği yapmış bir hip-hop’çı...
Livaneli, birbirini hiç tanımayan bu üç ayrı kişiliğin yaşamını, bir "İstanbul romanı"nda birleştiriyor. Kentlisi-köylüsü, varsılı-yoksulu, din hocası, söz sahibi bankacısı, gazetecisi... Her birinin bir nedenle ötekinin yaşamına girdiği, onu değiştirdiği günümüz Türkiyesi... Ve bir roman kahramanı gibi öne çıkan pırıltılı Boğaziçi’nde, Bosnalılar Yalısı’nın ilginç dünyası...
Leyla’nın Evi, dünyada sadece yaptığı müzikle değil, çeşitli dillere çevrilen, sinemaya aktarılan ve ödül alan kitaplarıyla da tanınan Livaneli’nin Mutluluk’tan sonraki romanı...

Okuyun, dinleyin, pişman olmayacaksınız..

3 Şubat 2007 Cumartesi

Yine Tuzağa Düştüm



Halbuki kendi kendime söz vermiştim, izlemeyecektim şu tv dizilerini. Geçen yıldan izlemeye başladığım ve kafamı boşalttığına inandığım Beyaz Gelincik haricinde yeni hiçbir diziye başlamayacaktım. Aslında 2-3 hafta öncesine kadar bu sözümü tutmadım değil. Ancak son zamanlarda aile büyüklerinin yatılı ziyaretleri sırasında onların izlediği tv dizilerine göz ucuyla bakmadan edemedim. Çok methini duyduğum ama izlememek için ısrarla ayak dirediğim "Hatırla Sevgili" de bunlardan biriydi.. Geçen hafta annemin yaptığı özetle diziye epey bir hakim oldum. Ve dün akşam tek başıma izlediğim son bölümünde nerdeyse böğüre böğüre ağladım.. Aynen tiryakisi olduğum Çemberimde Gül Oya'da olduğu gibi..

Her iki diziden de sanırıyorum bu kadar etkilenmemin sebebi senaryoların yakın geçmişin gerçek öykülerinden esinlenerek hazırlanması.. Nasıl olup da hepi topu 50 yıl içersinde yaşandı bunca acılar anlayamıyorum.. Dün akşam ağladığım ordaki aşk değildi, aynen Çemberimde Gül Oya'da olduğu gibi.. Hep kendimi oradaki karakterlerin yerine koydum, nasıl böylesi acılara katlanabilmişler ve nasıl bunları yaşamak zorunda kalmış insanlar.. Hem de haketmedikleri şekilde, hem de cezalarının bu kadar ağır olması.. Dün bir kez daha şükrettim, iyi ki o dönemlerde yaşamadım, yoksa duyarlı her insanın benliğinde açılan o büyük yaralar mutlaka bende de olurdu.. şimdi bile yok değil mi sanki!

Ben dahil olayların bu kadar derinini bilmeyen bir çok gencin bu dizileri mutlaka seyretmesini tavsiye ediyorum, neler olmuş neler bitmiş bilmeli, günlük koşuşturmaların arasında dönüp bir de arkaya bakmalı..

17 Ocak 2007 Çarşamba

SEMA - EKHO


Seyyan Hanım, Afife Hanım, Mürşide Hanım, Deniz Kızı Eftalya, Suzan Lütfullah.... Hepsi de bir kuşun kanadında ‘petane’ Bize kalan birkaç taş plak, silik fotoğraflar, birkaç afiş, çok az yazılı belge, çok az anı, kulaklarımızda kalan cızırtılı ama şen şakrak, buğulu, duygulu içten gelen inanılmaz yorumlar... Operetler, tangolar, foksrotlar, birbirinden güzel şarkılar... şarkılar.Cumhuriyet döneminin kadınları... ‘Bir mum gibi durup mikrofonun önünde şarkı söylerdik, alkışımızı alıp yerimize otururduk, öyle elimizi kolumuzu sallamazdık’ diyen Seyyan Hanım... İlk Türk tangosu ‘Mazi Kalbimde Bir Yaradır’ ı seslendiren Seyyan Hanım...İstanbul’dan Lütfullah Sururi’yi , bir de şef Karlo Kapoçelli’yi aldığı gibi doğruca Hannover Polydor sütüdyolarına gidip, hem de oranın orkestrasıyla anlaşıp akıl almaz kısa sürelerde taş plaklar kaydeden Suzan Lütfullah... Teğmen eşlerine aşık olup, sahneleri terk edip, şarkı söylemekten vazgeçip, onların peşinden şark hizmetine giden kadınlar... Deniz Kızı Eftalya.... Bindi mi kayığa Boğaz’ın iki yakasından da duyulan efsanevi ses...Anılarda hanımlar... Çoktan ‘bir kuşun kanadında petane’ olan büyülü sesler...Efsane hanımları dinleyeceksiniz bu kez “Taş Plak Sesli” Sema’dan...

Bugünün en hoş tesadüfü "Taş plak sesli Sema" yı farketmem oldu benim için.. İki dostumla yediğim güzel bir öğle yemeğinden sonra müzik marketin önünden geçerken o güzel ses bizi içeriye çekiverdi..Neden daha önce kimseden duymadım, dergilerde gazetelerde neden bu muhteşem ses ve albümle ilgili iki satır yazı görmedim bilmiyorum. Hemen yazmak istedim bloguma, beni okuyan olur da sayemde Sema ile tanışırsa ne mutlu bana:)

5 Ocak 2007 Cuma

Asla Unutulmayacak Bir Olay

Bu olay 14 ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş."Bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadıına bakacağını söyledi.Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu.Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına:"Çok özür dilerim geciktim.Birinci sınıfta bir yer buldum… Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz' dedi ve bu izni verdi."Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek:"Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor."Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler.O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi:
"İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar."


Çok beğendiğim bu hikaye daha önce e-mail ile gelmişti, geçenlerde de www.turkpsikoloji.com adresinin ana sayfasında gördüm. Paylaşmak istedim..